29 Nisan 2011 Cuma

ben bi'şey farkettim.

hayatımın boşaldığını. hemen başka yöne çekmeyin piçler. ben eskiden kitap okurdum. düşünürdüm. mutsuz olurdum ama hep düşünürdüm. son zamanlarda mutluyum. ama düşünmüyorum. kitap okumuyorum. etrafa şapşal şapşal gülücükler atıyorum ve bakıyorum. bakıyorum sadece ama görmüyorum. çanta, parfüm markalarını ezberliyorum. insanların giyimlerini eleştiriyorum. saç rengimi, oje rengimi tartışıyorum. ulan piç maltepe, az daha tikilerin arasında asimile ediyordun beni. iyiki farkettim. sarstım kendimi şööyle. bak yazmaya da başladım eski günlerdeki gibi. -bu arada furla diye bir çanta markası var abi, çanta şeffaf laaan! ped koysan görünür dışardan rezil olursun, bir de 500 tlymiş oğluum plastik lan, o kadar para verilir mi- ŞAKA yaptım çantalar, parfümler, ayakkabılar siktirin gidin şimdi.

belki de öyle falan birşey galiba sanırım diyedir heralde işte.

bugün her zaman yaptığım gibi kantinde patates püremi yerken (evet püre de rutin işler arasına girebilir, dalga geçilecek unsur bulunamadı) bizim kızlardan biri yanıma gelip 'arkadaşımın tek kişilik tiyatrosu var, gel senaryo dersine girmeyelim, bunu izlemeye gidelim, zati 40 dakkaymış, adı da "süpermarketten döndüm, oğlumu bir güzel dövdüm"' dedi. ben de tabi senaryo hocasından nasıl kurtulurum'un hesaplarını yapıyor olduğumdan öyle pek de gözümün tutmadığı çocuğun tiyatrosuna gitmeyi kabul ettim. tiyatronun hemen karşı fakültede olduğunu duyunca 'öööf nasıl gidicez yaa' diye mızmızlandım. kız ' otobüs kaldırıyollamış damla karşı fakülteye' dedi. pek de eğlendi. bildiğin benle dalga geçti ama sineye çektim. 'peki nerede olduğunu biliyor musun' dedim kıza. 'oklar bizi hedefe ulaştıracakmış' dedi. Bir haftalığına Yalova'ya gidecek olmamdan ötürü çantam içinde köpek ölüsü varmış gibi ağırdı, üstelik bilgisayarımı da taşıyordum. okları küfür ede ede takip ettim. üçüncü kata çıktık. okların sonunda bir kağıtta "oyun bu duvarın ardında" yazıyordu. önce bir afalladık, bir konferans salonu neyin olması gerekmiyormuydu dercesine baktık birbirimize. bildiğin sınıftı çünkü. kapıyı açtık girdik. sınıfın ortasında uzunca bir masa, sandalyeler var, 6-7 kişi oturuyor, bizim bu eleman da konuşuyordu. hemen geçtik oturduk ve çocuk devam etti. sahne yoktu. ama çocuk oynuyordu. kantinde gördüğümde "amaaan zırt" dediğim eleman devleşiyordu. hem de sahnesiz. deli deli hareketler yapıyor, sesini yükseltiyordu. ayağa kalkıyor, dolanıyor, oturuyordu. bir an durup "çocuk deli, benim burada ne işim var?" dediğim anda çocuk yüksek sesle "ben deliriyorum" dedi. oynamaya devam ediyordu ama ben o çocuğun zaten normal olmadığını düşündüğümden yaptıklarının oyun olduğuna inanmıyordum. çünkü SAHNE yoktu. "kfc'ye gidiyoruz, binin arabaya benim küçük ailem" dedi, "bu kızarmış tavuk kanatları çok trajik" dedi. çok fazla şey söyledi. hepsini tek tek algılamaya çalışırken her birimize bakıp "kalkın kfc çalışanları ve etrafı çöplerle donatınn, size umudu açıklayacağım" dedi. herkes birbirine bakıyor bunun da oyunun bir parçası olduğunu düşünüyordu. ama çocuk daha yüksek sesle " kalkın" dedi. hepimiz kalkıp etrafı çöplerle doldurduk. sonra oturduk ve çocuk kendini kaybederek konuşmaya devam etti. biz izledik. oyun bittiğinde gülerek yanımıza geldi. ve "nasıl buldunuz?" dedi. çocuk normale döndü. biraz önceki deli hali yoktu. ben bu oyundan önce de çocuğun normal olmadığını düşünüyordum, oyunu oynarken inandım, ama sonra hepsi yıkıldı. çok oturaklı, sevecen konuşmaya başladı. herkese fikirlerini sordu. güldü. çocuk deli değilmiş beyler, dağılın dedim. tabi bunu içimden söyledim ve çocuğa tek kelime etmeden, yüzüne dahi bakmadan oradan çıkıp gittim. deliyken daha karizmatiktin çocuk. normallik sana yakışmadı. bu sefer güldürmedin.

6 Nisan 2011 Çarşamba

pembe mezarlık

acının değişik türleri var. mesela her zaman yediğin biber turşusundan bir gün en acısına denk gelirsin de, ağzın yanmaktan öte, jilet vurulmuş gibi acır. mutasyona uğrayıp ejderhaya dönüştüğünü zannedersin. öyle keskin bir acı. ya da grip olmuşsundur, burnun çeşmeden hallice akar durur. silmekten artık burun derisi aşınmaya başlar. burnun da akmaya devam ediyordur. mecbur silersin ama yeterince yıpranmış deriye o selpağı sürdükçe sızlar. bunları niye anlatıyorum bilmiyorum. düşünce gücü hızlı. ben bunları düşününce yeterince özümseyemiyorum. yazınca yaşadığım acıları daha iyi anlıyorum. işte mesela bu gerçek acıları düşününce, biri için çektiğin acı bir anda silikleşiyor. aslında yok yani. ruhlar dünyasında yaşamıyoruz. biber acısı gibi olsun isterdim aşk acısı da. gözlerimi yaşartsın, yaksın, kavursun. yeter ki hissedeyim. böyle olmuyor blog. bir bakışın acısı, bir görmezden gelişin acısı yaşadığımı hissettirmiyor bana artık. bağışıklık kazandım. gözlerimin önünde sevişse biriyle, yine acı çekmezmişim gibi geliyor. saçmaysa saçma canım. ne bekliyordun ki.
unutmadan, biberin acısı geçti ama burnum hala akıyor. anla.